Aramızdaki Nasreddin

Kategori: Genel, Haber
Etiketler:


Pessinus’ta gün batımı. Genç adam bozkırın bükümlü yamaçlarındaki alıçları okşadı. Sırtını meşe ağacına verip ana göğsüne uzanır gibi yaslandı. Gündüz topladığı acıbademlerden bir diş kırdı. Ağzına bir lokma attı. Kararmakta olan göğe baktı. Sınırlarını yitiren bulutlara elini uzattı. Derken, sivri kayaların ucundan yükselen ayı gördü. Sonra eşeğine döndü ve sordu. Söyle bakalım Nasreddin! Güneş mi daha yararlı, ay mı? Eşek dedi ki: Ay yararlıdır, çünkü gece doğar. Güneş geldiğinde zaten gündüzdür.

Genç adam tüm geceyi orada geçirdi. Eşeğiyle, ayla ve karanlıkla. Geceleyin rüyasında ağaç olmuştu. Kendini beline kadar toprağa gömmüş ve yemiş vereceğim diye tutturmuştu. Ayakları üşüyüp de köklerine ayaz vurmasa, az kaldı yemişlerini dökecekti ama olmadı. Gece boyunca şekilden şekile girdi, insan sıfatından çıktı, hayvanlar ve bitkiler arasına karıştı. Kah dünyanın en dürüst insanı oldu, kah en yalancısı. Yerde ve gökte ne kadar hay huy varsa hepsini içine aldı, sonra ışık olup her birine ayna tuttu. Sabah, uyku ile uyanıklık arasında, rüyalar sabah çiği olmuş hakikati mayalarken, gözlerini yarım yamalak açıp eşeğine sordu. Günaydın Nasreddin! Niye herkes ayrı yöne gider? Eşek dedi ki: Herkes aynı yöne gitse, dünya o yana devrilirdi.

Meşe ağacı, sabahın ilk ışıklarıyla güneşleniyordu. Genç adam ayağa kalktı, gerindi. Bir kaç dakika eşeğiyle yan yana durdu. Sıvacıkuşlarının kayalar arasında yankılanan şakımalarına kulak kabarttılar. Sırtını eşeğine, yüzünü meşe ağacına döndü. Kısa süre kararsız kaldıktan sonra, bir çırpıda eşeğin sırtına zıpladı. Eşeğin yüzü öne, kayalıklara, adamın yüzü ise arkaya, meşe ağacına ve gerisinde uzanan Pessinus’a bakıyordu. Deh, dedi genç adam eşeğine. Artık ikimiz bir Nasreddin olduk. Sen yaklaştığımız yeri görüyorsun, ben uzaklaştığımızı. Böylece tam nerede durmamız gerektiğini bileceğiz.

Nasreddin’in Paradoksal Öznesi
Nasreddin fıkraları, birbirinden çok farklı, hatta birbirine zıt hocalarla doludur. Bu karakterlerin yegane ortak noktası, Nasreddin Hoca’nın kendine özne olarak öznesizliği veya sonsuz özneliliği seçmiş olmasıdır. Eşeğine ters binmesi, yani ne yöne gideceği kararını bir başka canlıya bırakması, kendisinin ise kendisi dışındaki her şeyle alakadar olması, onun karakterinin temel yapıtaşıdır. Şöyle de diyebiliriz. Hocanın eşeğine ters binmesi, onun mizahi söylemlerinden herhangi biri, bir detay, güldürücünün bir başka numarası daha değildir. Eşeğine ters binen adam, Anadolu’nun Nasreddin Hoca kültünü çözümleyebilmemiz için bize verilen en değerli ipucudur. O, eşeğine düz bindirildiği anda, her şeyini yitirir ve öznesinden müsemma sıradan bir kahramana dönüşür. Onun tabiriyle, dünya döndüğü yöne devrilir. Oysa Nasreddin Hoca kültü gücünü öznesiz veya sonsuz özneli bir halden, ben eşittir her şey eksi ben (paradoksal özne) düşüncesinden alır. Böylelikle bir toplumda ne kadar farklı insan varsa, onun öznesinde birleşip oradan dışarı yansıyabilir. O, elle tutulur, gözle görülür bir beden olmaktan daha ziyade, görüp geçirdiği her şeyin onu görenlere ve oradan geçenlere yansıdığı bir aynadır.

Nasreddin’in paradoksal özne felsefesi, çoğu kez yüzeysel bir öngörüyle, onun aptallığı olarak çözümlenmiştir. Öyle ki, Hoca bir gün yolda giderken, kaybolursam kendimi tanıyayım diye, kıçına bir kabak bağlar. Adamın biri kabağı usulca alıp kendi kıçına bağlar ve Hoca’nın önünde yürümeye başlar. Hoca adamı görünce “Bu adam Nasreddin Hoca, ama acaba ben kimim?” diye sorar. Nasreddin’in kurduğu oyunun içindeki oyun, onun aptallığını değil, öznelliğin cisimler arasında yer değiştirebilen unutulmuş doğasını gösterir. Bunu, öznenin insan türünün bireylerine ve çekirdek ailelerine hapsedildiği toplum düzenini hicvederek başarır. Eşeğine ters biner, kıçındaki kabağı kendi kimliğinin üzerinde görür, bazen de kendinin, karısının veya oğlunun aptallığıyla eğlenir. Zira gülmece ve gülme, bireyciliğin ve bireyin geride durduğu anlarda zuhur edebilir.

Kendi Cenaze Namazını Kılan Adam
Musalla taşı boş. Üzerinde ne bir tabut, ne başka bir şey. Hoca geçmiş başına, dua ediyor. Hocayı böyle görenler, merak etmiş, arkasında birikmiş. Kalabalık gitgide büyümüş. Ortada bir cenaze olmadığını görenler, kendi arasında gülüşmeye başlamış. Bunu duyan Hoca arkasını dönüp bağırmış: “Be hey adamlar! Görmez misiniz ki cenaze namazı kılıyorum.” Biri atılmış: “Hoca kimin cenaze namazını kılıyorsun?” Hoca cevap vermiş: “Kendi cenaze namazımı”.

Nasreddin Hoca’nın öznesizliği, kendini varken yok göstermesi, esasen onun yokken var olmasıyla sonuçlanmıştır. Nasreddin, hiyerarşik toplumun var oluşa dair tüm kaygılarını ters yüz edebilmek için yalnızca bulunduğu anın özneleri arasında gezinmez, ölüm sonrasındaki zamanları da hayatın içine dahil eder. Geçmişte yaşamışların ve gelecekte yaşayacakların ömürleri arasında bir kanat hafifliğiyle dolanır. Kurallı düşünmenin düz mantığını, doğanın savrulgan mantığıyla sınar. Nasreddin’i zamansız ve mekânsız, yani ölümsüz kılan, belki tam da bu özelliğidir.

İki Nasreddin
Nasreddin Hoca’nın evreninde iki farklı kişiyle karşılaşırız. Bunlardan ilkinin 1208’de Sivrihisar’da doğduğuna ve 1284 yılında Akşehir’de öldüğüne inanılır. Nasreddin Hoca bu haliyle tarihi bir zat, yaşamış bir filozoftur. Diğer Nasreddin’in geçmişi ise muhtemelen on üçüncü yüzyıldan çok daha eskilere uzanır ve o halen de yaşamaktadır. Araştırmacı İlhan Başgöz’ün cümleleriyle “Hoca fıkralarının, belki de hiçbirini, Nasreddin Hoca’nın kendisi yaratmış veya söylemiş değildir. Nasreddin Hoca bir hikaye anlatıcısıdır. Halkımız, çeşitli nedenlerle söyleyip dinlemek istedikleri hikayeleri Nasreddin Hoca’nın dilinden söyletmiştir”.

Nasreddin, bu ikinci kimliği ile, dokunulmaz bir kişilik, halk ile erk ve halk ile halk arasına konumlandırılmış bir anti-kahramandır. Anadolu insanı her ne zaman devletle ve kendi arasında bir sorun yaşasa, onun yardımına koşmuştur. Erkin ve onun dayattığı sistemin tüm zafiyetleri Nasreddin’in mizahi karakteri üzerinden hicvedilir. Böylelikle toplum bir yandan baskılar karşısında sesini yükseltirken, diğer yandan gündelik hayatını ve ilişkilerini korur. Erkin sanallığı ve değişkenliği konusunda ömürleri aşan bir görgüye sahip Anadolu halkları, onunla mücadeleyi de sanal bir elçiye ve fıkraların değişken evrenine devretmiş, Nasreddin’i öznesizleştirirken, kendini de nesnesizleştirmiştir. Anadolu insanı, mizahı yalnızca erke değil, kendi zafiyetlerine karşı da kullanır ve böylelikle özeleştiri yoluyla kendi düşünsel gelişimini besler, var oluşunu sağaltır. Hiçbir toplumsal kurgu ve oluşum, kusurdan ari değildir. Mizah, toplulukların içindeki zaafları gülmece yoluyla onarır ve daha büyük zafiyetlerin aşısı olur. İzahın yıpratıcı kaba kuvvetinden korur ve hatta onun açtığı yaraları onar.

Öyle ki, bir gün Timur Akşehir’e bir fil bırakmıştır. Hayvan bahçeleri, bostanları harap eder. Şehirli bir araya gelip bir heyet seçerek Timur’dan bu fili Akşehir’den kaldırmasını istemeye karar verir. Hoca da heyettedir. Yola çıkılır, Timur’un sarayına yaklaşınca insanlardan bir kısmı korkudan yavaşça sıvışır. Sarayın kapısına gelince ötekiler de kaçar. Hoca, Timur’un huzuruna gelince yalnız kaldığını anlar. Timur ne istediğini sorunca: “Siz Akşehir’e bir fil bıraktınız, yalnız başına çok canı sıkılıyor, bir de dişi fil gönderseniz de hayvancağız gönlünü eğlese. Bunu ricaya geldim” der.

Yaşayan Nasreddinler
Nasreddin’in yaşayan kimliği Sivrihisar’ın sokaklarında bugün de gezinmeye, kahvelerde insanları güldürmeye ve devlet erkanını mizahla şaşırtmaya devam ediyor. Çavuşun Hamdi lakabıyla bilinen Hamdi Yücel Sivrihisarlıların “Nasreddin Hoca’nın bir başka versiyonu” dedikleri emekli bir belediye çalışanı. Daha tanıştığımız an, Çavuşun Hamdi anlatmaya başlıyor: “Arena geldi, Bedrettin Dalan belediye başkanıyken buraya hibe yaptığı kepçeyi, almaya geliyorlar. Seçim zamanı geldiydi bize. O da, Dalan’ın verdiği kepçe de, bir müteahhite aitmiş. Müteahhitin üstünde zimmeti, tapusu, kaydı. Ondan sonra gelirken duyduk biz bunları (Arena ekibini kast ediyor), kepçeyi götürdük bir kayanın ardına sakladık. Arena’nın sahibi var ya hani programı yapan adam neydi bilmem adını da, şimdi bize soruyor ‘kepçe nerede’ diye. Tekerlerinin üstünde. Ee, kepçe nerde? Nerde olacak dedik ya tekerlerinin üstünde. Ee tamam da tekerler nerde? Kepçenin altında. Git bul arkadaş ya! Bizim bura böyle koçum. Burada ufacık bir çocuğa sor sana hiç ummadığın bir şey der. Bak ben sana bizim burada en bir delimizin sana söylediğini söyleyeyim. Ezan okundu muydu millet ne yapar, koşa koşa camiye gider. Kimin ardına durur, imamın ardına. İmamın ardına durur değil mi? İmam namazı kıldırır dışarı çıkar. İmam der ki o deliye: Sen hiç camiye gelmezdin niye geldin? Niye geleyim, Allah’ıma bir demiş, hiç olmazsa bir vakit de olsa görevimi yapayım. Peki demiş, deli, senin arkana durduk biz namazımızı kıldık Cenab-ı Allah’a bir rekat da olsa görevimizi yaptık. Sen kendi görevini yapıyon mu demiş. İmam şöyle bir durmuş, tamam mı. Ee ben her gün hep beş vakit namaz kıldırıyorum. Tamam beş vakit namaz kıldırıyon amma sen kendi namazını kılıyon mu? demiş. Bir düşün bak bu lafı bir çıkart bakalım çıkarabilin mi?”

Bir kahve ziyareti yaptığımız Sivrihisar’ın Hortu köyünde (bu günkü adı Nasreddin Hoca) fıkralarla ilgilendiğimizi duyan köylülerden biri söze atılıyor: “Bi tane anlatayım o zaman ben sana yav. Zamanında ulaşım aracı yoğmuş, merkeplerlen Sivrihisar’a alışverişe gidilirmiş, merkeplerle giderlermiş alışverişe. Hoca’nın, hoca ufak, hocanın babası hasta olmuş, hocayı yollamışlar. Sekiz on arkadaş merkeplere binerler, orda dağda eşkıyalar önünü keser, önünü kesince merkeplerden inen kaçmış. Hoca da merkebin altına sığınmış. Sen ne gezen burda demiş haydutlar. Anam öldü de babamın yanında gezerim demiş. Tutmuş koyuvermişler öyle deyince.”

Hortu, aynı zamanda Nasreddin Hoca’nın doğduğu köy kabul ediliyor. Sivrihisar’ın tarihteki yeri ise Nasreddin ile sınırlı değil. Ana tanrıça Kibele’nin büyük mabedi Sivrihisar’ın yanı başındaki Pessinus’ta. Mabedi ziyarete gelenler diz çöküp kollarını açarak güneşin Sivrihisar kayalıklarından yükselişini beklermiş. Burada yüzlerce yıl boyunca baharın gelişi müzik ve danslarla kutlanmış. Bu bölge aynı zamanda Yunus Emre’nin de memleketi kabul ediliyor. Sivrihisar coğrafyası geçirdiği değişimlere rağmen bugün hala göz kamaştırıyor.

Nasreddin’in bir başka coğrafyası ise Akşehir. Hoca’nın maya çaldığı gölle özdeşleşen Akşehir, bugün yazık ki o gölünü yitirmiş. Ne var ki, Akşehir halkının Nasreddin Hoca sevgisi yüzyıllardır sürüyor ve her yıl Nasreddin Hoca için bir şenlik düzenleniyor. Akşehir’in sokakları, Nasreddin zamanının coğrafyasından parçalar taşımaya devam ediyor.

Sivrihisarlı Çavuşun Hamdi, uzun süren sohbetlerimiz sırasında Nasreddin gibi düşünmenin sırlarını bize ara ara tekrar ediyordu: “Zaten kuzum burda her şey dostluktur, herkes birbirini çok sever. Eğer bir gün bana kimse küfretmemişse, o gece uyuyamam. İlla geç de olsa birini telefonla arayıp kendime küfrettiririm”.

Hoca’daki Cinsellik
Nasreddin’in cinselliği rahatça konu edindiği, kah zaaflarını alaya aldığı, kah sapkınlıkları kendi üzerine alarak eleştirdiği, veyahut da toplumun kapalı kapılar ardında yaşadıklarını hiç bir sansür uygulamadan konu edindiği çok sayıda fıkra bulunur.  Öyle ki, Hoca’ya bir gün sorarlar: Hoca Efendi, erkeklik organı büyük olan insan sevişmeden çok mu zevk alır? Hoca der ki: Hamallığı o adam yapar, tadını başkası çıkarır.

Bazı araştırmacılar bu hikayelerin yakıştırma ve uydurma olduğunu savunsa da, cinsellik Nasreddin Hoca mizahının ayrılmaz parçasıdır. Bu fıkraların büyük kısmında Hoca fütursuz bir sapkın, iflah olmaz bir cinsellik düşkünü olarak görünür ve kendini kasten küçük düşürür. Burada yapılmak istenen şey, hocanın halk ile halk arasındaki arabulucu konumunu bir kere daha işletmek, onu bir ayna olarak konumlandırmaktır. İnsan nasıl ki yerken, içerken, çalışırken veya eğlenirken hataya, kurnazlığa ve sapkınlıklara meyilli ise, aynı durum cinsellik için de geçerlidir. Nasreddin Hoca, yaşamın tüm gizil köşelerine dokunur, tabuları sorgular ve genel geçer yargıları ters yüz ederken, cinselliğe bir ayrıcalık tanımamış, onu da fıkralarının hedefi arasına koymuştur. Hoca’nın ileri derecede cinsellik içeren fıkraları böyle okunduğunda, tıpkı diğerleri gibi güldürürken sorgulayan ve sağaltan bir duyguya sahiptir.

Nasreddin, Din ve Devlet
Hoca’nın üzerine 1908 yılında kapsamlı Karamanlıca bir eser veren Ioannis Nikolaidis, Nasreddin’in kelime anlamını “din telkin edici” şeklinde kullanmaktadır. Öte yandan, o bir Hoca olması nedeniyle aynı zamanda devletin bir temsilcisidir. Ne var ki, adı ve konumundan gelen bu özelliklerini dini ve merkezi kuralları yaymak yerine, daha ziyade onların zaaflarını eleştirmek için kullanır. Yeryüzündeki haksızlıkları tüm açıklığıyla yerer.

Öyle ki, Hoca sokakta leblebi yiyerek gidiyormuş. Çocuklar “Bize de ver” diye etrafını alınca Hoca: “Size leblebiyi Tanrı’nın verdiği gibi mi, yoksa kulun verdiği gibi mi dağıtayım?” demiş. Çocuklar “Elbet Tanrı gibi” demişler. Hoca da kimine az, kimine çok, kimine de hiç leblebi vermemiş. Çocuklar bu taksimi beğenmemiş. Hoca o vakit, gökyüzüne dönerek, “Görüyorsun ya” demiş, “Ben hiçbir şey söylemedim, ama çocuklar bile senin adaletini beğenmiyor”.

Hoca’nın devleti ve acımasız yöneticilerini alaya alması, Anadolu halklarının yüz yıllar boyunca karşılaştıkları haksızlıklara karşı geliştirdiği sistemli bir tepkidir. Hoca ve Timur arasında geçen fıkralar, bu iki karakterin tarih içinde karşılaşmasının bir sonucu değil, Anadolu’nun Timur’u temsili olarak zalim bir yönetici, Nasreddin’i ise halkın sözcüsü olarak seçmiş olmasıdır. İlhan Başgöz’ün çözümlemesiyle durum şöyle okunabilir: “Öz idarecilerini eleştirmekten, onları kötülemekten hoşlanmayan halk, Timur’a bu hikayelerle veryansın eder; kızgınlığını ondan alır. Çünkü, sevilmeyen bir yabancı zalime hakaret etmenin hiç bir sakıncası yoktur.” Oysa Timur’un Anadolu’ya gelişi Nasreddin’in ölümünden yaklaşık yüz yirmi yıl sonradır. Fıkraların pek çoğu, Timur’u Nasreddin’in karşısına salt insan kimliği ile çıkararak onun mizah yoluyla mat edilişini sergiler. Hoca, devlet gücü ellerinden alındığında yöneticilerin aslında sıradan birer insan olduğunu hatırlatır ve onları görevlerini tevazu sınırları içinde yürütmeleri için fıkralarıyla sınar.

Öyle ki, Timur Nasreddin Hoca ile hamama gider. Bir ara Hoca’ya sorar: “Hoca Efendi, ben satılık olsaydım, bana ne değer biçerdin?” Hoca: “On akçe ederdin sultanım” deyince Timur “İnsaf et Hoca, on akçe benim belimdeki peştamalın değeridir”. Hoca: “Ben de zaten ona değer biçmiştim” der.

Kazan Öldü
Hoca’nın hemen tüm fıkralarında karşı durduğu temel meselelerden biri de maddiyat ve maddiyatçılıktır. Paragöz göründüğü fıkralarda bile kendiyle alay etmek yoluyla kalenderliğin ve tamahın değerini anlatır. Bir şeyi emek harcamadan elde ettiğinde sorgulamadan sevinenlerin veya başkalarından fazlasını kazandıklarında itiraz etmeyenlerin, bir eşyayı yitirdiklerinde ya da en küçük bir haksızlığa uğradıklarında kılı kırk yarmaları Hoca’yı çileden çıkarır ve ona göre yeryüzündeki adaletsizliğin temelini oluşturur. Muhtemeldir ki, emek harcanmadan elde edilen herhangi bir şey, aslında bir başkasının yitirdiğidir. Hoca, benliğin doyumsuzluğunu ve her yöne yanlılığını kıskıvrak yakalar ve çoğu zaman kendini de feda ederek insan zihninin bu ham yanlarını birer birer ortaya çıkarır. Bir tencere doğurduktan sonra ölen kazanın hikayesi, bu çatışmayı en sade dille anlatan fıkralardan biridir.

Karamanlıca nakledilen fıkralardan birinde; Hoca bir defa hamama kedip geyindikten sonra, hamama hizmet edenler hocaya hor bakıp yarım yırtık bir peştamal ile bir de eski havli serip, hiç de iltifat eylemediler. Nihayet Hoca hamamdan çıkarkene ainenin üzerine hamam parası olarak o vaktin en zengininin vermekte olduğı bir akçeyi bırakıp gitti. Yine biraz vakit sonra Hoca hamama gittiğinde son derece ikram ve iltifat görüp hamamdan çıkarkene aineye bu defa yalnız bir pul bıraktı. Hamamcı: “Hoca bu nedir?” dediğinde, “Bu günki ihtiramınıza geçen haftadaki ücret ve geçen haftakine de bu haftaki bir pul ücret yakışır” deyip gider.

Nasreddin Hoca, hemen her fırsatta maddiyat düşkünlüğünün gülünçlüğünü gösterir.  Ye kürküm ye fıkrası, bu düşüncenin çağları aşan örneklerinden biri. Hoca zaman zaman bunun da ötesine geçerek, kendisine iyi davranan hırsıza bir şartla paraların yerini söyler. O şart da hırsızın çaldıklarını Hoca’ya kötü davranan diğer hırsızlarla paylaşmamasıdır. Nasreddin’e göre vicdanlı bir davranış, paradan ve altınlardan kat be kat değerlidir.

Dünyayı Güldüren Nasreddin
Nasreddin Hoca kültü ve fıkraları, tıpkı Hoca’nın kendisi gibi sınırları aşmış, dünyanın pek çok farklı ülkesine ve hemen tüm dillerine yayılmıştır. Hoca, Balkanlar’dan, Kuzey Afrika’ya, Arabistan, Hindistan’a ve Çin’e kadar uzanır ve bu bölgelerde farklı isimlerle yaşar. Fıkraları ve karakteri Anadolu’nun Nasreddin’i ile büyük benzerlikler gösterir. Bunlardan hangisinin diğerinden eski olduğu konusunu, örneğin, Araplar’ın Cuha’sının mı Hoca’dan, yoksa Hoca’nın mı Cuha’dan türediğini tartışan çok sayıda yayın olsa da, bu soruya Nasreddin Hoca’nın tarihsel kimliği içerisinde bir yanıt bulmak imkansızdır. Nasreddin Hoca kültü muhtemelen daha “Nasreddin” adı konmamışken buradan dünyaya yayılmış ve gittiği coğrafyaların doğurduğu kültürler içinde isim ve şekil değiştirmiştir.

Nasreddin kültünün binlerce yıl önce Anadolu’dan yayılmaya başladığını düşündürebilecek bazı ipuçları bulunur. Bunlardan biri, eşeğidir. Anadolu, eşeğin evcilleştirildiği coğrafyalardan biridir ve çağlar boyunca, Dionysos öncesinde ve sonrasında, Anadolu’nun erk ve düzen karşıtı felsefesinin bir simgesi olmuştur.  Keza, paranın, ticaretin ve ilk büyük devletlerin, yani Hoca’nın eleştirdiği insan ilişkilerinin doğduğu ilk coğrafya yine Anadolu’dur. Başka bir değişle Anadolu’nun Nasreddin Hoca gibi bir anti-kahraman yaratma ihtiyacı, dünyanın diğer yerlerinden daha eski olabilir. Diğer bir konu ise Hoca’nın fıkraları içindeki söz ve düşüncelerin Anadolu’daki diğer halk filozofları ve şairleriyle büyük benzerlikler göstermesidir. Örneğin, Pir Sultan Abdal da kendi cenaze namazını kılmaktan bahseder. Öte yandan, Nasreddin Hoca Anadolu’da konuşulan tüm dillerin içinde kendine yer edinmiştir. Kaydedilebilmiş en çok fıkra çeşidi ve sayısı yine buradadır.

Nasreddin’in Çocukları
Kaynağı ne olursa olsun, bugün Nasreddin Hoca Anadolu’nun ve yeryüzünün kılcallarında yaşamaya ve insanlara umut vermeye devam etmektedir. O, kusursuz bir bedene; daima doğru bir muhakemeye sahip olan ve her sorunu tek başına çözebilen ideal kahramanlardan bir çırpıda ayrışır. Onun kahramanlığı olağan olmaktan gelir. Hataları, zayıflıkları ve hatta utanılacak davranışları ile kahvelerde, sokaklarda ve evlerde gezer ve insanlığa sıradanlığın güzelliğini anlatır. Bize hatalarımızı düzeltmek ve kendimizi dışardan görebilmek için bir şans tanır ve yol gösterir. Böylece kahraman karşıtı bir kahraman, bir anti-kahraman olarak meydana çıkar. Fıkralarıyla zamanları, mekanları ve farklı toplumları mayalar.

İzah değil, mizah. Nasihat değil, muhabbet. Sıra değil, meydan. Nasreddin’e selam! Kim bilir, belki de Gezi’nin ruhunda, mizahında ve duvar yazılarında, onun göle çaldığı mayadan bir küçük tutam vardır. Nasreddin’in çocukları, kahramansız bir insanlık için çıktıkları yolculuğu sürdürüyordur. Mizah ve muhabbet meydanlarında. Kim bilir?

Bana Hikaye Anlat
Pessinus’ta bir sabah. “Bana bir hikaye anlat” der, eşek Nasreddin. “Dün gece hepsini Ay aldı götürdü” diye yanıtlar Hoca. “Tüm hikayeler gitti”. Eşek: Ya ne olacak şimdi? Hoca yanıtlar: Ne olacak, hikayesiz kaldık. Eşek: Yok bize değil, Ay’a ne olacak? Hikaye olmayınca Ay da olmaz ki.

Bu duruma üzülen Hoca ve eşeği, tüm günü yürüyerek geçirir. Hikayelerini bulmak için dere tepe düz gider. Köyleri kasabaları gezer. Artık hiç bir yer yerde hiç bir hikaye anlatılmadığı için herkesin yüzü asıktır. Halkın hep bir acelesi vardır. Kimse kimseyi dinlemez. Para için yalan, kavga, hırsızlık alıp başını gitmiştir. Kardeş kardeşe savaşa tutuşmuştur. Dereler kir pas içindedir, akmaktan vaz geçmiştir. Göller kurumuş, kuşlar göç edemez olmuştur. Hava her dakika biraz daha ısınır. Rüzgar hepten kesilir.

Hoca ve eşeği, devrin alimlerini, kadılarını tek tek dolaşır. Hiç biri bu derdin çaresini bulamaz. Soluğu padişahın sarayında alan Nasreddin’ler “Sultanım. Biz hikayelerimizi kaybettik. Bize ancak sen yardım edebilirsin” derler. Sultan: “Derdiniz bu olsun. Hikayeye ne gerek. Alın şu altınları. Size ömür boyu iş, aş, bir de ev veriyorum” deyince, eşek ve Hoca birbirine bakarlar. “Bizim işimiz, de aşımız da var. Biz hikayelerimizi arıyoruz Sultanım” diyerek müsaade isterler.

Gün dönüp, tekrar hava karardığında, Hoca ve eşek düşünmeye başlar. “Madem ki hikayelerimizi Ay götürdü, onu saklandığı yerden çıkarırsak, Ay da hikayelerimiz de yeniden doğar.” Gece boyunca Ay’ın nereye saklandığını arayan Nasreddin’ler, yorgun düşüp bir kuyunun yanına çöker. Su çekmek için kuyuya eğilen Hoca seslenir. “Buldum, Ay kuyuya düşmüş!” Hemen bir ip atıp kuyuya, Ay’ı yakalarlar. Var güçleriyle asılıp Ay’ı kuyudan çekerler. Öylesine kuvvetli asılırlar ki Ay’a, ipin boşalmasıyla birlikte sırt üstü yere düşerler. Bir de ne görsünler? Ay üzerlerinde, gecenin karanlığında ışıl ışıl parlıyor. Sevinçten oracıkta uykuya dalarlar.

Pessinus’ta güneş Sivrihisar kayalarının ardından yüzünü henüz gösterirken, Hoca ve eşeği kollarını açmış günün gelişini izler. Ay, zar zor da olsa saklandığı yerden çıkmış, Nasreddin fıkraları Anadolu’nun evleri, sokakları ve meydanlarında yeniden söylenmeye başlamıştır. Hikayeleri duyanların yüzü yeniden güler. Cümle alem hatasından utanır, birbirine sarılır, elinde avuncunda ne varsa paylaşır. Zulüm ve kavgalar bir bir sona erer. Olan biteni sevinçle izleyen eşek ve Hoca yerlerinden doğrulur. Hoca bir çırpıda eşeğin sırtına zıplar. Eşeğin yüzü öne, kayalıklara, adamın yüzü ise arkaya, meşe ağacına ve gerisinde uzanan Pessinus’a bakmaktadır.

Deh, der Nasreddin Hoca eşeğine: Ay’ı kuyudan kurtarmak yetmez, daha gölü mayalamak lazım!

Yazı: Güven Eken
Fotoğraflar: Mahmut Koyaş

*Magma Dergisi 2018 Haziran sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum yapılmamış

Yorum Bırak

Change this in Theme Options
Change this in Theme Options